Sabahın kuşluğa varan saatlerinde, Ankara’nın şimdilerde pek meşhur olmayan yokuşlarından biri gözümün önünde ve havanın serin dokunuşları yüzümde. Sıradan, hafta içi, öyle alelâde birgün işte! Belki salı yahut çarşamba pek farkı yok gibi pazartesiden. Memur kenti denir genellikle ama esnafı da ciddidir ve pek mâhirdir işinde. Son mektubum “Güzel Ankara’m” hitabıyla bitmişti. “Yakışıklı Şehrim” mahlası da bu hitâba bir karşılıktı benim cephemden. Rüzgârı sert, adamı mert demiştin bir keresinde ve ben de seni tanıyınca eklemiştim ardından: “sevdası dert!” diye…
İşte Ankara betimli biri dert olup saplandı kalbin en çıkmaz köşesine. Gerçi saplandığı yerden hiç oynatası da gelmiyor insanın; neyse bunun adı tanımlamaya hiç yeltenmedim. Aşk der kimi, kimi ise sevda. Saplantı değil, tatlı bir yara. Terk etmeyi istemediğin bir derin sızı gibi. Acıyı neden sever ki insan? Acıya merhem olacak hekimden kaçar da o yarayı açanın ardından bakar, umutla bekler gelip yeni yaralar açsın yahut yaralı bıraktığını öldürsün diye.
Ankara bu sevilir, her köşesi türlü gizlere gebedir. Yokuş dedim ya! Ankara’nın en eski ticaret caddesi. Çocukluğumda en sık gittiğimiz yerlerden biriydi, annemin tarifine göre Anafartalar yokuşu. Babaanneme göre kuyumcuların olduğu yokuş, teyzemlere göre Samanpazarına çıkarken, babama göre halin arkası. Hepsinin tarif etttiği yer aşağı yukarı aynı yerdi. Kuyumcu vitrinleri pırıl pırıl, kadınlı erkekli bir grup ve önlerine kattıkları iki mahcup genç çift. Herkes bilirdi “gelin çarşısına” çıkıldığını. Mühim işlerdi o devirde hatta en mühim iş. Gelin çarşısı adabıyla ve gereğince tam olarak bitirildiğinde iş resmileşir ve yola girerdi. Kimi sessiz sedasız güler yüzle tatlıya bağlardı kuyumcu alışverişini ve hayırlı olsun temennileri ile çıkardı dükkanlardan. Bazısı da kavga kıyamet koparırdı ki işin hayrı hayırlısı kalmaz kaçar giderdi ya damat yahut gelin tarafı. Çağa ayak uydurmaya çalışmadı Ankara’nın bu yokuşu; aksine çağ Ankara’nın Ulus kuyumcularına uydu. Elli yıl önce metre hesabı satılan zincirler, tokalı burma bilezikler, üstü türlü desenlerle bezeli yükte hafif hediyelik “kaşlı” denen düşük gramajlı yüzükler hepsi yerli yerinde. Yerinde olmayan şeyler de var. Ne o eski sevdalar, ne hevesli gelinler ne de yuva telaşına düşen damatlar yok artık.
Bir bizde mi kaldı o çeyizlik aşklar? Bir bizim aklımızda mı o eski Ankara?
Yokuşu usulca bitirirken kocaman güneş gözlüğünün altından iki damla iniveriyor yanağıma doğru. Yakışıklı şehrim diyorum ve gaip bir ses güzel Ankara’m diye sesleniyor ardımdan. Bir mektubu daha zarfa koyup yine hoşça kal ülkeme dönüyorum.